Ekonomi camiasının yakından tanıdığı Gazeteci, TV Program Sunucusu ve Yapımcısı Aslı Şafak, ekranda sergilediği sıra dışı tavrını kitabına da yansıttı. Ortaya en “tuhaf” ekonomi kitabı “Bana Bana Hep Bana” çıktı.   Kitabında 80’li yıllardan günümüzü Türk insanının rantçı serüveninin mizahi bir dille eleştiren Aslı Şafak, rant yeme uğruna insanlığımızı nasıl harcağımızı çarpıcı bir şekilde anlatıyor.
İşte Aslı Şafak’ın Büyükada Yayıncılık'tan çıkan "Bana Bana Hep Bana" adlı kitabından bazı bölümleri sizler için derledik.  

BİR DE ŞU RÜYA GERÇEK OLSA OLSA 
Rant ve faydacılığın 40 yıl önce hayatımıza girdiğine dikkat çeken Aslı Şafak, bakın o günleri nasıl anlatıyor;
“80'lerde yaşadığımız ve serbest pazar dediğimiz şey, neoliberalizmin poposunu dünya denen koltuğa yerleştirme manevraları olarak da adlandırılabilir. Kulunçlarımızdaki ağrı o yıllardan kalmadır. Buna Seksenlerde başlayan sözel algı yönetimi de eklenince beyinlerimize format atılması kaçınılmazdı. O zamana kadar Türkiye’de devlet geleneği, koyu renk takım elbise giyen, lafı dolandıran, cümle sonlarını “tir”le bitiren, sıkıcı, resmî siyasetçilerin tekelindeydi. Habire askerî kıta denetlerlerdi.
“Merhaba asker!”
“Sağol!”
“Nasılsın?”
“Sağol!”
“Sen de sağol!”
Siyasetçi ile askerî kıta arasındaki bu diyalog, çocukluğu Seksenlere denk gelenler tarafından ezbere bilinir, bu bölüm, TRT haber bültenlerinde, şahsın sesinden verilirdi. Otoriter bağırmayı güç sanan erkek çocuklar büyüyünce “askerî kıta denetleyicisi” olmak isterdi. Bunun politikacılıkla ilgisini kavrayamaz, politikayı komünist-faşist çatışmasında taraf tutmak zannederdik. O kadar çocuktuk ki, 12 Eylül 1980’deki darbeyi anarşiden kurtuluş olarak pazarlayanlara kanmış, beyin hücrelerimizde yarattığı hasarı, hikmeti kendinden menkul YÖK yönetimindeki üniversitelere başlayınca anlamıştık.

BİRAZ SAFTIK VE ÖZAL
Biraz saftık yani. Turgut Özal bu saptamayı bizden önce yapmıştı. Seksenlerde başbakanlık yapan Özal, devlet retoriğinin değişiminin kapısını aralayan ilk siyasetçi oldu. Hiç çekinmeden halka “her istediğini elde edebilirsin, yeter ki iste” mesajları veriyordu. Bu, 1980 darbesinden yeni çıkmış, Millî Güvenlik Konseyi üyelerini ezbere sayabilen “Ey Türk Gençliği”nin, ilk kez başka bir milletin, Amerikalının rüyasına “hayırdır inşallah” demesiydi. Çünkü gençler o yıllarda bu rüyayı dinleyip ancak, “Üç vakte kadar denizaşırı bir yerden Adidas gelecek” yorumu yapabilirdi.

EN BÜYÜK ÖDÜL BALIK KRAKERDİ
O vakitlerde de büyüklerin kafası farklı çalışır, bu fark önce rüya tabirlerine yansırdı. Mesela babaannem, rüyamın kurgusu ya da unsurlarıyla ilgilenmez, kız çocuk görüp görmediğimi merak ederdi. Ona göre rüyamda kız çocuk, kızgın haber alacağımın işaretiydi. Beni kötülüklerden koruma içgüdüsüyle tutuşur ancak, bir çocuğa gelebilecek en kızgın haberin, topunun patlaması ya da bebeğinin kırılması olduğunu hesaba katmazdı. En büyük ödülümüz GİMA alışverişlerinde, annemizden kopardığımız, Dido ve balık krakerdi. Adidas giymek, “yurt dışına çıkan bir yakınım var”ın en havalı ifadesiydi. Mahalle pazarından dönüşte eli filelerle dolu anneanneye yalvar yakar aldırılan dondurmayı ağzımızda ısıtarak yer, terli terli su içmezdik. 1973 yapımı Şeytan (The Exorcist) bile çok korkunç olduğu gerekçesiyle Türkiye’deki gösterimi için Seksenleri beklemişti. Varın gerisini siz düşünün.

VAKKO'NUN ÖNÜNDE KUYRUK OLUŞURDU
Gerçi Amerikan rüyasının vücut bulduğu bir yer yok değildi. Vakko’nun ucuzluğa girmesi… Seksenlerde Vakko indirimleri, Amerika’nın bugünkü Black Friday’ini (Kara Cuma) aratmıyordu. Sosyetenin güzide simaları, orta sınıfın yüzde 50’cileriyle birlikte sabahın erken saatlerinde Vakko’nun önünde kuyruk oluşturuyor, kapılar açıldığında birbirlerini ezerek kutsal utkuya doğru yol alıyordu. Burası kadınların alışveriş maharetinin sınandığı bir pilot bölgeydi. İzdihamdan kabine bile girmeden ortalıkta soyunan, ele geçirdiği parçaları denerken başkalarına kaptırmamak için bacağının arasına sıkıştıran, bu nedenle Hint fakirinin çömleğinden çıkan yılan gibi kıvrıla kıvrıla, incelip uzayan kadınlar arenasıydı. Bugünün pek çok sosyetik simasının yatıp kalkıp şükrettiği şey, o günlerde kameralı cep telefonlarının icat edilmiş olmamasıydı herhalde.

SERBESTLİKTEN ANLADIĞIMIZ
Gerçi başbakanımız da TRT’de İcraatın İçinden’de çıkıp elindeki kalemle helezonlar çize çize, “vitrinler de serbest, insanlar da” diyordu. Gözümüzü döndüre döndüre hep bir ağızdan “hııı serbest”i ünlüyorduk.
Oysa biz serbestlikten sokağa çıkma yasağı dışındaki saatleri anlıyorduk. Bir de zavallı Linda Blair'in içine kaçan şeytanın kafasını 360 derece döndürerek, istediği zaman yeşil yeşil kusabilmesini. İstediği zaman kusabilmek, o yılların çocukları için büyük ayrıcalıktı. “Ayıp” diye bir kavram vardı zira. Büyüklere saygıda kusur edilmez, ahlaka mugayir tavırlar onay görmezdi. Zaten sahneyi bir başkasına anlatırken kusmak yerine “istifra etmek” kullanıldığında annelerimizin kaşı daha az kalkardı. Bu nedenle filmde bizi cezbeden esas nokta, zavallı Linda’nın vücudunu ele geçiren iblisin kötülüklerinden ziyade kendine yarattığı yeşil özgürlük alanıydı. Her şey istifra üzerine kurulu değildi şüphesiz. Yeni tanıştığımız parayı sevmiştik mesela. Ama bir tarafımız romantikti hâlâ. “Money Money Money”i de söylüyorduk, “Olmaz olsun cüzdanımda milyonlar”ı da. Cüzdanımız Abba, yüreğimiz Sezen Aksu’ydu. Paranın zengin erkekler dünyasında nasıl parladığını bilirdik ama yeri geldiğinde altın, gümüş, pırlantayı elimizin tersiyle de itebilirdik. Kalenderdik vesselam.”


SENİ ÇÖPE ATACAĞIM POŞETE YAZIK

"Eşiğimizin içinde başkayız, dışında başka. Yani kim olduğumuz ve nasıl davrandığımız eşiğin hangi tarafında bulunduğumuza bağlı. Mesela eşiğin dışındaysan, oooh hayat sana güzel. Sorumluluktan azade yaşa yaşayabildiğin kadar.
Yere tükür, sokağa çöp at, arabanı kaldırıma park et, umumi tuvaleti boklu bırak. Gerçi son örnekte kimseye haksızlık yapmak istemem. Memleket insanı kendine ait olanla vedalaşma sorunu yaşadığı için büyük hacetini dışarıda temizleyemez. Yoksa o klozeti kendinden sonra kullanacaklara kirli bırakmak en son istediği şeydir. Zaten dışkı da üreticisine aitse kirli bir şey değildir. Hatta beyaz tuvale sıçratılmış gibi kahverengi dalgaların doğal salınımı, enstalasyon sanatının halk için olduğunun en önemli delilidir. (Tuvalet kelimesinin “tuval” den gelmiş olma ihtimali yüksek kanımca. Tuvali boyar gibi boyuyoruz ya, bu boyama faaliyetini “et” emir kipiyle birleştirince, al sana şahane bir kelime: Tuval-et) Ayrıca kokusu da “ooh mis”, çek içine çekebildiğin kadar. Bizim memlekette bir bokun pisliği, başkasından çıkmasıyla başlar. Tükürüğümüz, arabamız, çerimiz çöpümüz zaten şehrimizin sokakları için velinimettir. Ama evin eşiğinden girdiği anda transforme olur ülke insanı. Yuvasının kutsallığını korumanın ilk yolu dış mihraka geçit vermemektir. Şehrin bütün mikrobu, “bal dök yala” o kalenin burçlarından nüfuz etmeye baş koymuştur. Hoover memlekete gelene kadar saçını 900 watt çekiş gücünde süpürge etmeyi ve bunu her türlü fatura halinde evin fertlerine sunmayı alışkanlık edinmiş Tipik Memleket Kadını’nın gözü, evin eşiğinden ayakkabıyla geçenlere ayarlıdır. Sensörlü retina. Görür, yakalar, imha eder. Siz kaleyi çevreleyen timsahların hışmına uğramadan geçindiye indirdiği tahta köprüyü, çevik bir bilek hareketiyle kaldırır. Kimileri titizliği abartıp, ayakkabıları kapının dışında çıkarttırır. Ki titiz olmak abartıldıkça büyüyen, gün ortamını kanlı meydan muharebesine çeviren bir el bombası, gerilla olmanın gurur duyulacağı tek düzlemdir. Eğer karşınızdaki model, eşik önü ayak"